16 Şubat 2012 Perşembe

.sıradaki şarkı



Müziği çok severim ama ne yazık ki televizyonlardan pek dinleyemiyorum. Tek sebebi vj denen o tuhaf oğlanlara ve kızlara dayanamamam… Bir kere nedense hiçbiri doğru düzgün konuşamıyor. Daha doğrusu bir dil konuşuyorlar ama o benim anladığım Türkçe değil. Sanırım bir sınav yapılıyor ve sınavda kalanlar arasından vj seçiyorlar. Zaten söyledikleri toplasan yüz kelime, onu da anlaşılmaz bir şekilde söyleyince daha mı havalı oluyor acaba? Bir de elleri cebinde, “bakın ne kadar da rahatım” gibi bir eda ile konuşanlar, genelde anlamsız bir eşya ile birlikte bir odanın köşesinden anons yapıp duruyorlar. Bir saksı, küçük bir sütun ya da parlak renklerde bir varil, jant kapağı gibi tuhaf şeylerin yanında sürekli ileri geri yürüyerek konuşuyorlar ki bu beni öldürüyor…

Daha deneyimli ve duayen olmuş olanlara ise koltuk, kanepe, yatak, sehpa gibi mobilya veriyorlar. Onlar şarkı aralarında şarkıcı isimlerini sıralamanın dışında konuşma ayrıcalığına da sahipler. Bu konuşmalar ise başlı başına akıllara zarar oluyor çoğu zaman. İnsan ilişkilerinden girip hayatın anlamına kadar varan konularda boyundan büyük lafların arka arkaya sıralanmasıyla geçen bu konuşmaların içerikleri ise çikletten çıkan manilerle minibüs arkası yazıları arasında gidip gelmekte… 19 yaşında tıfıl bir çocuğun hayat hakkında bu kadar derin ve büyük yargılara nasıl vardığını hayretle gözlemliyor insan… Bir de tabi aklıma hep şu soru geliyor: Bir insan tüm hayatı bu kadar iyi çözmüş ve bütün temel felsefi soruların cevabını bilirken ne diye vj olarak kalır ki? Sen tüm hayatı çözmüş birisin, bu iş seni keser mi? Zaten bunlar arasında şiir okuyanlar, şarkı söyleyenler filan da oluyor ki yakın zamanda bu başarılı kariyeri noktalayıp yepyeni bir alanda boy göstereceklerinin işaretidir bu…

Bir de bunlar kendilerine “programım şu kadar saat sürüyor, programımda süper şarkılar seçtim sizin için” gibi laflar etmiyorlar mı saçımı başımı yoluyorum. Ya ne programı? 30 tane şarkının kliplerinin arasında isimlerini anons etmek program mı oluyor? Hem kim her gün 3 saat program yapabilir? Tövbe tövbe… Bak nasıl sinirleniyorum…

Zaten bunların yaptığı anonslara da bakarsanız hep aynı şeyleri söylediğini görürsünüz. “Süper bir klip geliyor şimdi, harika bir parça, zaten yeni albümün tamamı çok iyi”… Bir kere de çıkıp desinler ki “şimdiki parçayı siz itiyorsunuz diye çalıyorum ama ben hiç sevmedim, benim tarzım değil, şurası daha iyi olabilirdi, eski şarkıları daha iyiydi”… Böyle bir şey de canımı ye… Bunlara bakarsan eski yeni tüm şarkılar süper… Hiç kimse kötü bir şey yapmamış… Madem bu kadar iyi niye dünyada kimse bunlardan birini bile dinlemiyor?

Bir de bunları telefonla arayanlar var ki orası ayrı bir alem… Zaten aynı şarkıları evirip çevirip çalıyorlar, sen istesen ne olur istemesen ne olur? Sanırım insanlarda kendi adını görmek müthiş bir tatmin duygusu yaratıyor. Ekranın altında kendi adını gördüğünde, artık dünyalar onun oluyor. Artık meşhur oldu sayılır. İnsanlar sokakta çevirip “siz geçen gün şarkı isteyen kişi değil misiniz? Biz ailecek sizi çok beğendik, çok iyi şarkı istediniz valla” filan diyecekler herhalde…

Ya da bu çok önemsedikleri vj’lerle sohbet etme ayrıcalığını yaşamak istiyorlar. Zaten sohbet son derece aptalca gelişiyor. Sunucunun “eee Burcu seni tanıyalım, bize kendinden bahset” gibi manasız talebini arayan hemen kabul ediyor. Başlıyor bir sürü kimsenin ilgilenmediği, dinlemediği ve asla hatırlamayacağı detay vermeye… “şurada okuyorum, üç kardeşiz, ablamın selamı var, geçen yaz Erdek’te bilmem kimi gördüm imza aldım” falan filan… Bir sürü ipe sapa gelmez laf… Sonra bir şarkı istiyor. Sunucunun cevabı genelde değişmiyor… “onu değil ama sıradaki şarkıyı sana ve tüm sevenlere gönderiyorum”… Gönder gelsin… Böyle bir saçmalık olabilir mi ya? İsteklerinizi çalacağız diye program yapıyorsun. Hemen telefona sarılıyorum. Zaten bir saat hatta bekletiyorsun. Bir araba saçma sapan gevezelik ediyorsun. Sonra istediğim şarkı hazırda yok diye “sıradakini gönderiyorsun”… Hem de benle birlikte tüm sevenlere… Yok ya… Ben istedim kardeşim, tüm sevenler de nereden çıktı? Tüm sevenler çok meraklılarsa ayrıca arasınlar. Benim şarkımı kimse dinlemesin, kapatsınlar televizyonlarını! Benim telefon faturamı tüm sevenler mi ödüyor? Allah Allah… 

23 Şubat 2011 Çarşamba

.tezgah ve -tar.


Ne giyeceğiniz konusunda kararsızlığa düşer misiniz hiç? En kötüsü de mağazada, alışveriş sırasında yaşanan kararsızlıklar. Bu durumda eğer yalnızsanız tezgahtarla konuşmak zorunda kalırsınız ki benim için en kötüsü odur… Ne yalan söyleyeyim ben tezgahtarlarla hiç anlaşamam… Korkarım bile onlardan… Vitrine bakarsınız, bir şeyleri beğenirsiniz. İçeri girip sormaya tam niyetlenirsiniz ki pat tezgahtar kapıda belirir. “Buyrun, ne bakmıştınız, çeşitlerimiz içeride…” Biliyorum çeşitlerinin içeride olduğunu, zaten bütün mallarının vitrindekiler olduğunu hiç düşünmedim ki… Tövbe tövbe…

Neyse içeri girersiniz ve kapıda tezgahtara yakalanıp esir düşmenin paniği ile o aptalca lafı söylersiniz: “Ben şu vitrindeki şeye bakmıştım…” aman ne açıklayıcı bir cümle… Sonrasında başlar vitrinden parmakla bir şeyler göstermeler, içeride ürünün ve benzerlerinin olduğu yere gitme… Eğer mağaza büyükse ve siz tezgahtarın peşine takılıp yürürseniz tuhaf bir görüntü ortaya çıkar. Tezgahtar diğer tezgahtarların, özellikle de müşteriye bakmayanların önünden vakur bir ifadeyle geçer… “Bakın ben ne yakaladım… Siz daha oturup böyle… Ben yakaladım bunu, kapıdaydı, atladım aldım…” Diğerlerinin haset dolu bakışları altında ezilerek gerçektende oltadaki balık edasıyla yürürsünüz tezgahtarın peşi sıra. En azından ben öyle hissederim.

Birkaç çeşit tezgahtar vardır. Bazıları size son derece soğuk ve mesafeli davranır. Her sözü ve hareketi ile sanki “senin gibi bir adamı böyle büyük bir mağazaya almazdım ama acıdım… aslında ben de bu mağazanın Ortadoğu ve Balkanlar’daki temsilcisiyim, bugünlük kılık değiştirip tezgahtarcılık oynuyorum…” der gibidir. Böylelerinden çok çekinirim. Zaten başka rengi, bir numara küçüğü, şurası düğmelisi gibi taleplerinize “yok, bitti, geçen seneydi o, öyle olmaz o, yok daha neler” gibi kesin ve net cevaplar verirler. Bir an önce kaçmak için elimden geleni yaparım. Sırf korkumdan böyle tezgahtarlardan neler satın aldım bilseniz…

Bir de işinin uzmanı havalarında, yönlendirici  yardımcı tipler vardır. Ama bu tip yardımlar tamamen göstermektir. Ne giyseniz, ne deneseniz hep aynı şeyi söylerler… “Bu sizi çok açtı, size çok iyi gitti, bana sorarsanız sizin renginiz bu, biraz önce denediğiniz kazakla harika olur bu…” Bunlara bakarsanız siz bir mankensiniz ve orası da sizin gardırobunuz… Ne giyseniz harika oluyor… Tam da size göre… Pantolonun paçaları yere sürünür, o senenin modasıdır, dize çıkar sizi boylu gösterir, ceketin içinde kaybolursunuz dökümlü duruyordur, nefes darlığı çekersiniz “cool” olmuşsunuzdur… Her durum için hazırda bir reçeteleri vardır… Bence çok zor bir iştir bunların yaptıkları. Çelik gibi sinir ister insanda. Düşünsenize bir sürü adam ya da kadın, sırf moda diye kendilerine asla uymayan tuhaf şeyler deneyip kabinden dışarı fırlıyor ve siz kahkahalarınıza hakim olup ciddi bir ifadeyle “bu sanki sizin için dikilmiş, harika” gibi laflar ediyorsunuz. Ve bunu yaparken inandırıcı görünüyorsunuz… Ben bu tip tezgahtarlara saygı duyuyorum ama yine de pek söylediklerine inanmam…

Bir diğer tezgahtar tipi ise haddinden fazla samimim olanlardır. Bunlar hemen “abicim, ablacım” gibi bir samimiyet derecesine getirirler diyalogu. Denedikleriniz içinde size yakışmayanları söyleyecek kadar cesur ve samimi görünmek isterler. Bunun için genelde kulağınıza eğilip konuşurlar, sanki patron bunu söylediğini duymasın, büyük risk alıyormuş gibi bir hava yaratırlar… “Abi bana sorarsan ilk denediğin daha iyi durdu, bu yani seni biraz kilolu gösterdi… Yani ben senin için söylüyorum, bence ötekidir abi… Budur yani...” Şimdi bu tavır karşısında inanmamak olmaz. İçinizden sarılıp adamı öpmek gelebilir. Adam işini riske atıp sizin güzel görünmeniz için uğraşıyor… Şimdi siz bu adama inanmaz mısınız? 

.garanti kapsamında.


Bir elektrikli aletiniz bozulduğunda tamirci bulmak insanı her seferinde paniğe düşürür. Çünkü kimse elindeki bir cihazın bozulacağı fikrine hazırlamamıştır kendini. Oysa ilk satın alırken garanti belgesi ile birlikte verilen uzun servisler listesini gururla okuruz. “Vay be ne kadar yaygın servis ağı varmış. Ben de süper güvenilir bir marka seçmişim canım helal olsun bana…” duygusu çok baskındır. Sonra ilk sorun ortaya çıkar. Ha bu arada eğer ilk iki günde sorun çıkmazsa genelde garanti süresince bir şey olmaz. Böyle erken bir sorun yaşarsanız bayağı canınız sıkılır. Ama sihirli iki kelime sizi yatıştırır: “garanti kapsamında”… Hemen listeden bir servis beğenirsiniz, çağırırsınız gelirler. Şansınız varsa sorun basit bir montaj, kurulum filan hatasıdır hemen çözüverirler. Bu durum sizin markaya olan güveninizi tazeler. Ama sorun büyükse açıklama hep aynıdır: “Servise götürmemiz lazım, parça sipariş edeceğiz, fabrika hatası” Bunlar hep moral bozucu laflardır. Geri geldiklerinde siz meraklı bir hasta yakını ifadesi ile sorarsınız, sanki anlayacakmış gibi: “Nesi varmış?” Servis elemanını da anlamayacağınızı bildiği için olsa gerek hep aynı cevabı verir: “Parça değişti” “Yaa?” Gerçekten de sorunu çözüp aletinizi geri getirseler bile, sizin için artık o ilk günden sakatlanmış, ameliyat geçirmiş bir sporcu gibidir. Artık her an ondan bir şey beklersiniz. Hiçbir zaman güvenemezsiniz tam olarak. Ama yersizdir bu korku. Çünkü genelde bu makineler de tıkır tıkır çalışır. Hem de yıllarca. Ama sahiplerindeki güvensizliği silmeleri uzun zaman alır.

Bu tür durumların markalara da büyük zararı olduğu iddia edilir ama ben hiç sanmıyorum. Özellikle kadınlar elektrikli ev aletleri konusunda dost sohbetlerinde sık sık dile getirirler bu konuları. “Ay yeni makine aldık ikinci gün bozuldu…” Bunu duyan kadın hemen kocasına döner ve “duyuyor musun filan marka bir şey almayalım, bozuk çıkıyormuş”… Bu, şimdi çok önemli bir müşteri kaybı gibi geliyor di mi? Ama durum öyle değildir. Aynı adam ve kadın kızlarını evlendirirken alışverişe çıkarlar bir ay sonra. Söz konusu markanın en uygun fiyata satıldığını görünce alıverirler. İçlerinden biri bu olayı hatırlasa bile diğeri hemen “canım binde bir arıza her markada olur, hepsinde çıkacak değil ye” diyerek birbirlerini rahatlatırlar…

Tamircilerle asıl garanti süresinden sonra muhatap olunur. Siz tamirciyi çağırırsınız büyük bir güvenle. O kağıtlara bakar ve o korkutucu iki kelimeyi söyler: “garantisi bitmiş”… Bunun iki anlamı olabilir: Bir, bundan sonra daha sık karşılaşacağız… İki, artık benim sıram geldi faturalara hazırlanın… Mal sahibi bu iki anlamı da derinden hisseder. Özellikle yapılan ilk muayeneden sonra korkarak sorduğu “nesi varmış?” sorusuna aldığı cevapta. Bu kez cevaplar daha detaylıdır… “bu arkada kontrol panelinde bütün sistemi şey yapan küçük bir zamazingo var, o yanmış abla, o değişecek…yine zamanında yakaladık yani, böyle bir hafta daha çalışsa motoru yakardınız, o zaman çok daha masraflı olurdu…” Şimdi ucuz olacak yani öyle mi? Ve ne hikmetse o değişecek parça hep makinenin en pahalı parçasıdır. Hatta o parçanın yan sanayi olanı da vardır ama tamirci onu hiç tavsiye etmez. İsterseniz onu da takabileceğini ama garanti veremeyeceğini söyler. Bu söylenenler Türk filmlerindeki “küçük de olsa yaşama şansı şansı var ama sadece İsviçre’deki doktorlar ameliyat ederse…” gibisinden bir etki bırakır insanda… Siz çaresiz kabul edersiniz… 

.göz kararı el yordamı.

Son zamanlardaki yemek kitaplarının satış patlamasının nedeni de televizyon. Televizyona çıkan tüm aşçılar yazar oldu. Hatta ahçıların yanında duran sunucular bile… Adam yemekleri yaparken onlar çaktırmadan not alıyorlar. Sonra bunları toplayıp, “benim mutfağımdan” diye bir isim atıp, kitap yazıyorlar. Kitap da kapış kapış gidiyor. Çünkü kapakta obez bir aşçı yerine manken sunucumuzun resmi oluyor. Ve kadınlarımız da – eskilerden gelen “resimlerine bakma, yazıları atlama” alışkanlığı ile - “şimdi bu adamın yemeklerini yapıp yersek bunun gibi şişeriz, en iyisi şu mankenin kitabındakileri yapalım da öyle incecik olalım” diyorlar. Sonra gelsin “manken böreği, top model mantısı, podyum suflesi”… Pratik yemek tarifleri ve yepyeni tatlar öğrenmek için yayınlanan programları izlerken kaç kişi pişirmekte olduğu yemeği yakmış, bir sürü malzemeyi de heba etmiştir acaba?

Yine de yemek programlarının kadınlarımız için faydalı olduğunu düşünüyorum. En azından diğer kadın programı adıyla yapılan acayipliklerin yanında gayet anlamlı. Mesela sabah programları… Neden böyle bir program türü vardır acaba? İnsanların hangi ihtiyacını karşılar? Her sabah 7’de kalkıp, otobüslere doluşup, soğuk bir stüdyoda, sandalye tepesinde tüneyen ve sunucunun bile tanımadığı yeni yetme şarkıcı müsvettelerinin şarkılarını ezberlemek ve canla başla göbek atarak eğleniyormuş gibi yapmak hatta gerçekten eğlenmek nasıl bir şeydir ya? Sabahın köründe cümbür cemaat “bas bas paraları Leyla’ya, bi’daha mı gelicez dünyaya” eşliğinde göbek atan bir toplumun bu coşkusu ve mutluluğu nereden gelmektedir? Bu kadınların kocaları, çocukları nerededir? Onlara ödenen üç kuruş paraya bu kadar eziyet çekilir mi? Peki bize hiç ödenmeyen para karşılığında aynı eziyet çekilir mi?

Bütün bunlarla tezat oluşturan bir başka konu ise yine aynı programların telefonla dilenci kabul etmesidir. Bir yandan bu kadar sevinçli ve şen şakrak bir tablo çizilirken, programın izleyicileri ise mutlaka ailece büyük sıkıntı içinde olan, o yüzden de elektrikli battaniye, fritöz ve cilt bakım ürünlerine ihtiyaç duyan kişiler olmaktadır. Ve bunlar telefon düşer düşmez dilenmeye başlar, sunucu da hemen acır ve elinde ne var ne yoksa verir. Arayanın çocuğu olmuyorsa çocuk bile veriyorlar artık…

Televizyondaki bir çok program daha önce başka yerlerde olan, mesela radyoda, tiyatroda, sinemada, gazinoda hatta sirkte olan şeylerin evrimleşmişi. Yarışmalar, filmler, diziler, showlar… ama bizdeki sabah programlarının temelinde bambaşka bir şey yatıyor: Horoz dövüşü… açıklayayım, siz de bana hak vereceksiniz. Bu programların sabit seyircileri olduğu gibi sabit konukları da oluyor. Genelde aynı kanalın düzenlediği başka bir uzun soluklu programın, yarışmanın ünlü ettiği halktan insanlar. Yani kendi kümeslerinde yaşarken seçilip dövüş horozu yapılanlar gibi… Onların durumu seyircilerden de beter. Çünkü onlar ilk başta kabul ettikleri sözleşme maddelerine uymak zorundalar ve her çağırıldıkları programa çıkmak zorundalar. Para filan da alamıyorlar. Programın başından sonuna orada oturuyorlar. Soru sorulduğunda konuşup, birbirleri ile ya da seyircilerle ağız dalaşına giriyorlar, şarkılara el çırpıyorlar. Kendilerinin bile gerçek zannettikleri bir gösterinin parçası oluyorlar. Hepsinde “burada ne işim var, bitse de gitsem” yüz ifadesi var. İlk başlarda çok ateşli olan bu tür konuklar, şarkılarda ayağa kalkıp oynuyorlar bile. Ama gün geçtikçe gerçeklerin farkına varıyorlar. Seyircinin ilgisi devam ettiği sürece orada demirbaş gibi kalıyorlar. Benim tahminim stüdyoda oturdukları kanepelerin hepsi birer çekyat. Bunlar da geceleri orada yatıyor. Sabah da kalkıp yayına dalıyorlar. Eminim sözleşmelerinde böyle bir madde de vardır. Bunlar da ilk okuduklarında “vay be, televizyonda kalacağım ha, sonunda televizyon dünyasına adım atıyorum” diyerek atlamışlardır. Bu sayede kanal da kâra geçiyor. Hem bedava bekçi sayesinde gece stüdyonun güvenliğini sağlamış oluyor hem de her gün onları taşımaktan kurtuluyor. Bu düzen de böyle haftalarca sürüyor. Sonunda artık işe yaramadığı düşünülenler ise yerlerini yenilerine bırakıp eski kümeslerine geri dönüyor… Haksız mıyım yani? Horoz dövüşüne benzemiyor mu? 

.lüzumsuz ise söndür.

Neden acaba insanlar televizyon izlemedikleri zaman, mesela misafir geldiğinde, televizyonun sesini kısarlar da kapatmazlar? Bir kere kapanınca açılması çok mu zor oluyor? “Zaten sabah zor çalıştı, şimdi kapatırsak bir daha kim bilir ne zaman açılır” diyen kimseyi tanıyor musunuz? Bu konuşmalar eskiden külüstür arabalar için yapılırdı. Radyolardan kalma bir alışkanlık vardı eskiden evlerde. İnsanlar evde ses olsun, özellikle de müzik olsun diye radyoyu açarlardı sabah ilk iş. Sesi kısılır, açılır ama hiç kapanmazdı. Tabii bu arada ev işleri yapılır, yemekler pişirilir ama kulak hep radyoda olurdu. Şimdi aynı şeyi televizyonla yapmaya kalkınca hiç olmuyor. Kadınlar kendileri için hazırlanan programları izleyeceğim diye yemekleri salonda yapıyorlar. Temizlik olarak habire salonu silip parlatıyorlar. Evlere gidip bakın salonlar pırıl pırıl, arka taraflar perişan… Neden? Kadın programı diye her sabah yapılan soytarılıkları izleyecekler diye.

Zaten bu nedenle kadınların birbirlerini ziyaret etme alışkanlıkları da ortadan kalktı. Etseler bile televizyonu açıp birlikte seyrediyorlar. Akşam misafirliklerinde de durum değişmiyor. Tek fark, akşamları televizyonun sesi kısılıyor ve konuşmaya devam ediliyor. Tabii önemli bir şey yoksa televizyonda… Ne demekse önemli… Aslında bu “önemli şey” kavramı biraz karışık. Eğer sadece erkekleri ilgilendiren bir şey-ki bu sadece ve sadece futbol maçı olabilir bu ülkede-bir durum varsa, erkekler televizyona yakın oturup sesi açarlar. Kadınlar biraz söylenerek sohbete devam ederler. Sonuçta sıkı bir gürültü olur. Çünkü nedendir bilinmez, belki de sesi kısık hatta kapalı olarak izlenebilecek tek program türü olan maçlarda ses her zamankinden fazla açılır. Gol olduğunu görmek yetmez spikerin çığlıklarını da duymamız gerekir… Bir de izleyenlerin birbirleri ile “gördün mü?” diye başlayan anlamsız diyalogları ortamdaki gürültüyü katlar. Bunun tam tersi durum, sadece kadınların izlediği bir programın o gece olması durumudur ki bu da kesinlikle bir dizidir… Bu durumda kadınlar ve erkekler televizyona yakınlık açısından yer değiştirirler. Kadınların bir yandan diziyi izlerken bir yandan da geçmiş bölümlerle ilgili anılar, gelecek bölümlerle ilgili tahminler, oyuncularla ilgili duyumlar, saç, baş, makyaj ve kıyafetlerle ilgili yorumlar ve hatta bir karakterin üzerindeki hırkanın modeli konusunu nasıl bir arada başarı ile yürüttükleri gerçek bir sırdır… Bütün bunların dışında misafirliklerde zavallı televizyon sesi kısılmış olarak çalıştırılır. Ha bu durumun karmaşık versiyonları da yok değildir. Mesela iki kadının aynı anda yayınlanan iki farklı diziyi takip ediyor olması. Bu durumda kadınlar arası kibarlıkla söylenen, “önemli değil şekerim sen istiyorsan senin diziyi izleriz” ama içten içe nefret beslenen durumlar söz konusu olur. Bu nefret genelde misafirlik sonunda iki tarafta da kocaya kusulur. Ve adamlar hiçbir şey anlamazlar...

Bunun dışında televizyon misafirlikte sesi kısık olarak çalışıp durur. Sohbetin tıkandığı durumlarda ev sahibi erkek tarafından- yine sesi kısık olarak- baştan sona tüm kanalların taranması dışında pek ciddiye alınmaz. Bu taramanın ne için yapıldığı henüz çözülememiştir. Çünkü her seferinde en olmayacak kanalda ya da programda bırakılır. Ya bir müzik kanalı ya da bir açık oturum… Yani sesi çıkmayan kliplerden ne anlıyorsunuz? Peki sesini duymadığımız adamların tartışmasını izlemenin anlamı nedir? “Ne konuştukları önemli değil, yumruklaşmaya başlarlarsa açarız sesini” diye mi düşünüyorlar acaba? Ha bu gibi programların arasında belgeselleri de saymak gerekir. Bizim toplumumuzda belgeseller en çok sesi kısık televizyonlarda tercih edilir. Biz yeteri kadar bilgiyi o programlardan görerek de alabiliriz. Yine laf bittiğinde ekrana bakılır ve o sıradaki görünen şeye göre yorum yapılarak sohbet açılır… Mesela “Ay ne güzel şelale, etraf da yemyeşil. Ya yeşil dedim de bir ara hep beraber pikniğe gitsek ha?” Ya da… “Abi manyak bu adamlar ya, köpekbalığının yanına öyle dalınır mı? Yutar adamı farkına varmazsın valla… Balık dedim de, bizim yazlığa gelsenize hafta sonu, şöyle bir balık rakı yapalım…” Al sana muhabbet… 

.ne şekerli ne sade.



Kahveye bayılırım. Kahve derken elbette Türk kahvesini kastediyorum, hazır olanları sevemedim bir türlü. İlginçtir, bizim halkımızın önemli bir kesimi bu hazır kahvelere hemen alıştı. Hatta tutkunu bile oldular. Şu ikisi, üçü bir arada poşetleri… Meğer herkes bunu bekliyormuş… Marketlerde millet birbirini yiyor bunlardan almak için. Bütün sorun kahveye ne kadar şeker koyacağını bilememekmiş meğer… Onu çözdüler satışlar tavana vurdu…

Kahve bizde çok önemli bir şey. Yani sabah kahvesi diye bir şey var ki sırf bu sayede günlük iletişim sağlanıyor komşular arasında. Çaya gitmek çok daha uzun bir ziyaret anlamına geliyor. Peki madem kısa ziyaretlerin ölçüsü kahve, ne diye kız istemelerde başrolde kahve var? Kız isteme işi öyle acele yapılacak bir şey mi? “Efendim biz fazla kalmayacağız, kızı isteyelim gidelim… verirseniz hemen hazırlıklara başlamamız gerek de onun için. Yok vermiyorsanız, başka yerlere de bakalım diyoruz, hava kararmadan, gündüz gözüyle görelim diyoruz…” Bence kız isteme gibi önemli bir şeyde kahve, çay filan kesmez şöyle daha karmaşık bir şey ikram edilmeli. Ne bileyim, gelin zor bir kokteyl filan yapmalı mesela… Bence yani…

Kim ne derse desin, Türk kahvesinin yerini diğerleri tutamıyor. Hele kahve makinelerinde yapılanlar hiç. Ama kahve zincirlerine gelince iş değişti tabii. Dünyaca ünlü markalar olduğu için her halde herkes, yılların özlemiyle yanıp tutuşuyormuş gibi ilk günden kuyruk oldular buralarda. Bir kere kağıt bardaklarda ve yarım litre olarak veriyorlar kahveyi. O kadar kahve mi içilir? “Arap olursun” derlerdi ben küçükken, kahve içmek istediğimde. O kadar kahveyi hem de her gün içince belki Arap olmaz insan ama kesin tansiyon hastası olur… Bu da Arap olmaktan beterdir sanırım… Sonra bir de bu markaların yazılı olduğu kağıt bardaklarla dışarıda gezmenin çekiciliği. Önemli bir bölümünün boş olduğundan bile şüpheleniyorum. Yani birgün bu adamlar dese ki: “Kusura bakmayın sipariş verdik ama yetiştiremediler, bugün markasız, düz kağıt bardaklarda veriyoruz kahveyi” o gün zararla kapatırlar dükkanı…

Ha bir de işin fal boyutu var… Sırf fal için kahve içenler var biliyorsunuz… O kadarı biraz fazla olmakla birlikte aslında fal eğlenceli bir şey. Bunun da bir dolu kuralı, usulü var tabii… Fincanın nasıl kapatılacağı, ne zaman açılacağı, nasıl bakılacağı, nasıl dinleneceği, sonra nasıl fincan yıkanacağı… Hepsi yazılı olmayan kurallara bağlanmıştır… Ben çok eğlenirim bu törenleri izlerken. Fincana bakanın yüzündeki ciddiyet, dinleyenlerin bakışlarındaki merak… Özellikle fincan sahibinin kaygılı ve bir o kadar da saygılı bekleyişi müthiştir. Bu öyle bir durumdur ki sanki falına bakılan kişi korkudan yanlış bir şey söylememek için kasılır… Kolay mı, geleceği birinin elinde… Hele bir saygısızlık yapsın, söylediği bir şeye gülsün… Ya kadın derse “bana güldün ha, yok sana kısmet mısmet… Hanene ay da doğmuyor, sana gelen paketi de geri çevirdim, hadi bakalım…” Çok tehlikeli bir durum. Bir de bazen fala bakan, fincanda benzettiği şeyi başkalarına da göstererek bir tür ispat yoluna gider… “Bak resmen kuş, bak, şu gagası, bu ayakları…” “Aaa evet gerçekten de kuşa benziyor” Oysa bunda fala bakanın hiçbir mahareti yoktur ki… O kadar kuşa benziyorsa benzetmemek ayıp zaten… Bir de şu fallarda mutlaka çıkan ama kimsenin başına gelmeyen durumlar vardır… “Bir yerden sana paket var… Yüklüce bir para geliyor…” En son ne zaman kime böyle bir şey gelmiştir ki? Neyse son zamanlarda kurye şirketleri arttı da şu paket palavrası biraz gerçeğe döner gibi oldu ama yüklüce para halen havada…

Bunun dışında her falın içinde öyle laflar edilir ki, onlar için yoruma açık demek bile hafif kalır… “iki kişi konuşuyorlar, çok laf var, aklında bir şey var senin, onu düşünüyorsun, bir haber alacaksın sevineceksin…” Bunlar dinleyen kişileri içinden çıkılmaz düşüncelere sevk edebilecek tuhaflıkta laflardır. 

3 Şubat 2011 Perşembe

.bir damlası yeter.

Diyelim temizlik yapmak için, sağı solu silmek için deterjan alacaksınız. Aklınıza en çok reklamı yapılanlardan biri geliyor. Hem reklamlarında sürekli “tek başına her derde devadır” gibi bir iddiası da var. Aldınız bir ürünü, etiketini okuyorsunuz, şöyle diyor: “Mutfak, banyo, yer, duvar, tavan, cam, çerçeve, kapı, baca ne varsa süper temizler, ayna gibi yapar. Bal döker yalarsınız… falan filan…” Sonra devam ediyor: “mutfak yüzeyleri için özel mutfak ürünümüzü almanızı öneririz. Camlarınız için cam temizleme spreyimizi, yerler için özel döşeme deterjanını kullanın…” İyi de madem her şey için ayrı ürün var, bu elimizdeki ne halta yarıyor? Hemen gidip söylenen ürünü arıyorsunuz. Biraz etiket okuma alıştırmasından sonra ne kadar çok çeşitte ürün olduğunu fark ediyorsunuz. Küçük bir dikkatsizlik size çok yanlış bir ürün oldurabilir. Fırın kapağındaki camı içeriden temizlerken kullanılacak özel ürün var bu ülkede… Birkaç denemeden sonra işin içinden çıkamazsanız oradaki mavi gömlekli oğlanlardan birinden yardım istiyorsunuz. O da baygın bakışlarla sizi dinliyormuş gibi yapıp eliyle raftan aldığı şişeyi size veriyor. Neyse, şimdi kıllandınız ya hemen doğrusunu mu aldım acaba diye etiketteki kullanıldığı yerler listesini okuyorsunuz. Tamam elinizdeki tam da aradığınız şey… Vay be herife bak pat diye buldu. Bir saattir bakıyoruz biz, gözümüzün önündeymiş… Uzmanlık işte… adama boşu boşuna giydirmezler mavi gömleği… Eve geliyorsunuz… İçinizde büyük bir heyecan. Acayip bir ürün buldunuz, artık tüm dertleriniz bitecek. Hem de bir damla ile… Biraz düşünüyorsunuz… Kafadan kabaca bir hesap… “Her seferinde bir damla kullansam, bu şişe… nereden baksan… çocuklara miras kalır…” Her neyse, şimdi bu kadar büyük bir icadı öyle dikkatsizce kullanmak olmaz. Kullanma talimatını tekrar oyuyorsunuz. Bu arada marketteyken dikkat etmediğiniz bir bölüm karşınıza çıkıyor: Uyarılar bölümü! Buna göre elinizdeki ürün yanıcı, uçucu, patlayıcı, zehirli, asitli falan bir şey. Hatta diyorlar ki önce görünmeyen bir yerde deneyin, uyguladığınız yüzey erimezse devam edin… Ayrıca gözünüze gelirse kör, kulağınıza kaçarsa sağır, kafanıza damlarsa kel olursunuz! Yapılmaması gerekenler ise iyice şüphe çekici… Sakın yutmayın, koklamayın, eldivensiz kullanmayın, çocuklardan uzak tutun, yaşlıları yaklaştırmayın, hamileler odadan çıksın, gözlüklüler bakmasın, kekemeler konuşmasın… Ulan bu ne! Bomba resmen bu… Hijyen sağlayacağız, mikropları öldüreceğiz diye evdeki tüm canlıları öldürmeye mi çalışıyorlar? Bu durum karşısında ne yaparsınız? Ya tırsarsınız ürünü beş torbaya birden koyup atarsınız ya da tüm talimatlara uyarak kullanmaya karar verirsiniz… Sonra? Sonra görürsünüz ki değil bir damlası, yarım şişesi bile işe yaramıyor. Onun için başlarsınız biraz şundan biraz bundan karıştırıp kendi icatlarınızı yapmaya… Bütün ev kadınlarının bu tür karışımları var. Yemek yapar gibi, en doğru formülü kendileri buluyor. Belki de üreticiler onların bu zevklerini ellerinden almamak için böyle yarı mamul şeyler piyasaya sürüyorlardır.