23 Şubat 2011 Çarşamba

.ne şekerli ne sade.



Kahveye bayılırım. Kahve derken elbette Türk kahvesini kastediyorum, hazır olanları sevemedim bir türlü. İlginçtir, bizim halkımızın önemli bir kesimi bu hazır kahvelere hemen alıştı. Hatta tutkunu bile oldular. Şu ikisi, üçü bir arada poşetleri… Meğer herkes bunu bekliyormuş… Marketlerde millet birbirini yiyor bunlardan almak için. Bütün sorun kahveye ne kadar şeker koyacağını bilememekmiş meğer… Onu çözdüler satışlar tavana vurdu…

Kahve bizde çok önemli bir şey. Yani sabah kahvesi diye bir şey var ki sırf bu sayede günlük iletişim sağlanıyor komşular arasında. Çaya gitmek çok daha uzun bir ziyaret anlamına geliyor. Peki madem kısa ziyaretlerin ölçüsü kahve, ne diye kız istemelerde başrolde kahve var? Kız isteme işi öyle acele yapılacak bir şey mi? “Efendim biz fazla kalmayacağız, kızı isteyelim gidelim… verirseniz hemen hazırlıklara başlamamız gerek de onun için. Yok vermiyorsanız, başka yerlere de bakalım diyoruz, hava kararmadan, gündüz gözüyle görelim diyoruz…” Bence kız isteme gibi önemli bir şeyde kahve, çay filan kesmez şöyle daha karmaşık bir şey ikram edilmeli. Ne bileyim, gelin zor bir kokteyl filan yapmalı mesela… Bence yani…

Kim ne derse desin, Türk kahvesinin yerini diğerleri tutamıyor. Hele kahve makinelerinde yapılanlar hiç. Ama kahve zincirlerine gelince iş değişti tabii. Dünyaca ünlü markalar olduğu için her halde herkes, yılların özlemiyle yanıp tutuşuyormuş gibi ilk günden kuyruk oldular buralarda. Bir kere kağıt bardaklarda ve yarım litre olarak veriyorlar kahveyi. O kadar kahve mi içilir? “Arap olursun” derlerdi ben küçükken, kahve içmek istediğimde. O kadar kahveyi hem de her gün içince belki Arap olmaz insan ama kesin tansiyon hastası olur… Bu da Arap olmaktan beterdir sanırım… Sonra bir de bu markaların yazılı olduğu kağıt bardaklarla dışarıda gezmenin çekiciliği. Önemli bir bölümünün boş olduğundan bile şüpheleniyorum. Yani birgün bu adamlar dese ki: “Kusura bakmayın sipariş verdik ama yetiştiremediler, bugün markasız, düz kağıt bardaklarda veriyoruz kahveyi” o gün zararla kapatırlar dükkanı…

Ha bir de işin fal boyutu var… Sırf fal için kahve içenler var biliyorsunuz… O kadarı biraz fazla olmakla birlikte aslında fal eğlenceli bir şey. Bunun da bir dolu kuralı, usulü var tabii… Fincanın nasıl kapatılacağı, ne zaman açılacağı, nasıl bakılacağı, nasıl dinleneceği, sonra nasıl fincan yıkanacağı… Hepsi yazılı olmayan kurallara bağlanmıştır… Ben çok eğlenirim bu törenleri izlerken. Fincana bakanın yüzündeki ciddiyet, dinleyenlerin bakışlarındaki merak… Özellikle fincan sahibinin kaygılı ve bir o kadar da saygılı bekleyişi müthiştir. Bu öyle bir durumdur ki sanki falına bakılan kişi korkudan yanlış bir şey söylememek için kasılır… Kolay mı, geleceği birinin elinde… Hele bir saygısızlık yapsın, söylediği bir şeye gülsün… Ya kadın derse “bana güldün ha, yok sana kısmet mısmet… Hanene ay da doğmuyor, sana gelen paketi de geri çevirdim, hadi bakalım…” Çok tehlikeli bir durum. Bir de bazen fala bakan, fincanda benzettiği şeyi başkalarına da göstererek bir tür ispat yoluna gider… “Bak resmen kuş, bak, şu gagası, bu ayakları…” “Aaa evet gerçekten de kuşa benziyor” Oysa bunda fala bakanın hiçbir mahareti yoktur ki… O kadar kuşa benziyorsa benzetmemek ayıp zaten… Bir de şu fallarda mutlaka çıkan ama kimsenin başına gelmeyen durumlar vardır… “Bir yerden sana paket var… Yüklüce bir para geliyor…” En son ne zaman kime böyle bir şey gelmiştir ki? Neyse son zamanlarda kurye şirketleri arttı da şu paket palavrası biraz gerçeğe döner gibi oldu ama yüklüce para halen havada…

Bunun dışında her falın içinde öyle laflar edilir ki, onlar için yoruma açık demek bile hafif kalır… “iki kişi konuşuyorlar, çok laf var, aklında bir şey var senin, onu düşünüyorsun, bir haber alacaksın sevineceksin…” Bunlar dinleyen kişileri içinden çıkılmaz düşüncelere sevk edebilecek tuhaflıkta laflardır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder